Okul Yaşantısı ve Öğrenme Süreçlerindeki Güçlüklerin Ardındaki Duygulanımsal Etmenler

Öğrenme güçlüğü tanısı almış ya da tanıyı almasa da öğrenmeyle ilgili zorluklar yaşayan çocukların normal veya normal üstü zeka seviyesine sahip olmasına rağmen okul çalışmalarına ilgilerinin az, odaklanmayı sürdüremediklerini, merak ve haz duygularının az olduğunu görmekteyiz.
Öğrenmeyi etkileyen boyutlar çok çeşitli olarak karşımıza çıkmaktadır. Nörolojik temel, zihinsel işleyiş yapıları, beynin sağ ve sol loblarının gelişme düzeyi gibi nedenler şüphesiz akademik faaliyetleri etkilemektedir. Ancak yapılan testler, klinik görüşmeler, psikiyatri muayeneleri sonrası çoğu zaman öğrenmenin tek başına zihinsel süreçlerden etkilenmediğini görmekteyiz. İnsanoğlu hem zihinsel ve biyolojik hem de duygulanımlara sahip ruhsal bir varlıktır. Bu alanda bütünsel bir bakış açısı yürütmenin ve çocuğun duygulanımsal süreçlerinin de ele alınması mutlaka gerekmektedir.
Bazen öğrenme süreçlerindeki zorlukların tıpkı çocuklarda görülen diğer semptomlar gibi ruhsal dengeyi sağlamaya yönelik bilinçdışı bir görevi olduğunu görüyoruz. Psikanalitik yaklaşımda semptomların nedenselliğine yönelik geniş bir anlam arayışı bakış açısı öğrenmeye yönelik de devam etmektedir.
Etkin ve Edilgen Özdeşimlerin Öğrenmeye Etkisi
Çocuklar yaşamlarının ilk yılında henüz bebekken bakım verenine bağımlı bir konumdayken, yaklaşık 1 yaşından itibaren yürüyebilmenin de etkisiyle bireyselleşmeye başlar. Karşı çıkma, çatışma ve bolca "Hayır"lar ile ebeveynine mesafe alabilmeye ve "Biz"den "Ben"e geçmeye çalışır. Bu çaba anlaşılamadığında ve çocuğa istenilenin yaptırılması için baskı yapıldığında (örneğin; yemek yemeyen çocuğun cezayla tehdit edilmesi) çocuk o an için boyun eğer. Etkin olma gereksinimi engellendikçe karşı çıkma ve çatışma davranışının daha da arttığını görürüz.
Öğrenme süreci ise öteki olan öğretmenin karşısında doğal olarak edilgen kalınan bir süreçtir (ben bilmiyorum, o zaman bir başkası bana bunu öğretecek). Erken dönem ilişkilerinde bu ihtiyacı karşılanmayan çocuk, bilmeme halini kabullenmez ve edilgen konumda olmaktan ısrarla kaçınarak öğrenmeye ilişkin dirençler gösterir.
Bireyselleşme ve aktif olabilme ihtiyacının karşılanması için, çocuğun bedensel sınırlarının da anne babası tarafından tanınması ve görülmesi gerekir. Ebeveynin yemek yeme, tuvaletini yapma, banyo yapma gibi çocuğun bedeniyle ilgili doğrudan konulardaki ısrarcılığı ve müdahalelerinin öğrenmeyle doğrudan bağlantılı olduğunu görüyoruz. Zorla yemek yedirilen, yemeği ağızdan zorla sokulan çocuğun ilerde harfleri, bilgileri içeri almaya bilinçdışı şekilde direndiğini, karşı çıkmanın bir yolu olarak harfleri ters yazdığını (b yerine d), ödevleri ya da okul içi faaliyetlerini tamamlamadığını, öğretmen ya da onun uzantısı olan diğer otoritelere daimi olarak ters çıktığını görmekteyiz.
Erken Bireyleştirilen Çocuğun Büyümeye ve Öğrenmeye Direnci
Doğal akışta etkin olma arzusuyla büyüme adımları atan çocukların yanısıra ailesi tarafından vaktinden önce büyütülen, yorgun anne babayı daha da yormaması beklenilen, kendi başına yapabilecekleri aşırı vurgulanan çocukların da öğrenme süreçlerinde zorlandıklarını görebiliyoruz.
Artık ilkokula başladığı için ödev ve okul faaliyetlerini tamamen kendinin takip etmesi, odasının düzenini koruması, kardeşi ağladığında abi/abla olarak kendi duygulanımlarını geride bırakması, anne babasını üzmemesi, ağladığında kendi başına sakinleşmesi, anne babası tarafından arkadaş gibi görülerek onların sıkıntılarını dinlemesi beklenen "yetişkin çocuk", çocuk tarafının görülebilmesi için bebeksiliğe tutunarak yaşına uygun olabilecek konularda da çeşitli yetersizlikler gösterebilir. Anne baba ve çocuk arasında rollerin karıştığı bu ilişkide çocuk "beni artık yetişkin olarak görmeyin, ben de yardıma ihtiyaç duyan bir çocuğum" mesajını vermek için anne babasının kendilerini yormasın beklentilerini boşa çıkaracak semptomlar geliştirebilir. Çocuğun büyümesinin önünü tıkamak da hızlı büyütülmek de çocuk konumunu korumak için bilinçdışı yollar aramasına neden olacaktır.
Ebeveynin Aşırı Varlığı veya Yokluğu
Çocuk büyürken pek çok yeni durumla karşı karşıya gelir. Büyüme, zorluk hissini ve eksikliğe tahammülü barındırır. Ancak çocuğunun zorluk yaşama hissine tahammül edemeyen ebeveyn, onun kendi başına olma yetisinin önüne geçerek çocuk yerine karar verip eyleme geçer. Çocuğa hayal kırıklığı hissetme özgürlüğü verilmediğinde, ne resim çizeceği ve ne oynaması gerektiği söylendiğinde, ilkokula gelmesine rağmen özbakımlarını yapmasına müsade edilmediğinde, tüm yetersizlikler ebeveyn tarafından aşırı kapatıldığında; öğrenme gibi bilgiyle baş başa kalınan bir durum karşısında çocuğun çöküş ve öfke yaşaması kaçınılmazdır. Çocuktan önce onu düşünen anne, ihtiyaç daha ortada yokken ihtiyacı karşıladığında çocuğa şu mesajı verir: "bensiz dış dünyada var olamazsın". Halbuki okul çocuğun dış dünyaya açıldığı, tek başına var olma deneyimi yaşadığı bir yerdir. Bağımlı haldeki çocuklar birebir destekle işlevsel olabilirken, kendi başına kaldığında öğrenme deneyiminden kaçınma eğilimi gösterir.
Ebeveynin yokluğu ise fiziksel anlamda yaşanan bir vefat ve kayıptan ziyade çocuktan gelen olumsuz duygulanımların anlamlandırılamaması ve dönüştürülememesi yani Bion'un kavramsallaştırdığı "kapsayıcı işlevin" eksikliğiyle bağlantılıdır. Ebeveynin varlığında onun duygusal kaybını yaşamak, çocuk için fiziksel kayıptan daha zordur. Zorlandığı zamanlarda ve yoğun duygulanımlar içindeyken yaslanabileceği bir yetişkin bulamayan çocuk depresif bir çaresizliğin içine girer.
Anne ve çocuk arasında duygusal kopukluğun olması bahsi geçen konunun en ağır noktası olurken, çocuğuna küsen, terk etmekle tehdit eden, çocuğu olumsuzluk durumunda odaya gönderen, çocuk ağladığında duyarsız kalan ya da onunla birlikte ağlayan, çöken, sağlam dayanak olamayan ebeveyn tablolarını da görebilmekteyiz. Tüm bunların çocukta yarattığı kayıp ve boşluk hissi öğrenme sürecindeki doğal kayıplar ve akademik başarısızlıklar karşısında fazlaca tetiklenmesine neden olur. Ebeveyn ve çocuk arasındaki bağ eksikliği bilgiler arasındaki bağları/bağlantıları kurmasını da zorlaştırmaktadır. Çocuk kayıp endişesinin onda yarattığı içsel boşluk ve endişeyle başa çıkabilmek için bilinçdışı, aşırı hareketlilik, çok konuşma, dürtüsellik gibi tam tersi semptomları ortaya çıkarabilmektedir.
Sonuç olarak, çocuk öğrenirken düşünmeli, bilgiyi merak edip aramalı ve bağlantılar kurabilmelidir. Tüm bunları yaparken iç dünyası korkular ve endişelerle doluysa nasıl bu gereklilikleri yerine getirebilecektir?
*Bu yazı Neslihan Zabcı'nın Psikanaliz Defterlerinin 3. Sayısı olan Öğrenme ve Bilinçdışı'ndaki "Öğrenme Güçlüklerinin Ardındaki Ruhsal/Duygulanımsal Etkenler" yazısından faydalanarak anne babalara fayda olmayı amaçlayarak yazılmıştır.
Tüm Yazılara Geri Dön